Zilin çalmasına dakikalar kaldı. Cuma günü son dersler cidden hiç çekilmiyor. Zil çalınca her çocuk gibi bende dışarı koştum. Güneşin ışınları gözlerimi kamaştırarak Kars kalesine baktım. Onun görkemi beni hem gururlandırıyor, hem de düşün duruyordu. Kaleye çıkmak bize işkence gelirken bu insanlar o taşları nasıl taşıyıp, bu kaleyi yapabilmişlerdi.
Dersin yorgunluğundan olsa gerek, eve gidince ilk işim yatağıma uzanmak oldu. Uykum yoktu ama yine de dinlenmeye ihtiyaç duydum. Dinlenirken düşünüp hayal kurmak vazgeçilmezimdi. Kendi kendime güzel hayallere yelken açıyordum, adeta hayallerin güzelliğine kapılıyordum. O an gözüm koluma gidince kolumdaki üç tane doğum lekesi beni başka düşüncelere sürüklemişti.
Herkes için anlamsız gibi gözüken, sanki büyükten küçüğe doğru sıralanmış lekelerin benim için önemli bir yeri vardı. Ya da ben öyle hissediyordum. Yavaştan uykum gelmeye başlamıştı şu an Kars Kalesi aklıma girmişti . Sadece görüldüğü gibi bir kale değildi. Kaleyi gezerken Kalenin alt yolunda tünellere rastlamıştık. Dayım bunların soğuk hava depoları olduğunu söylemişti. Kocaman yuvarlak bir kapısı vardı. İnsanlar kapısını açmayı başarmıştı. İçeriye adım attığımda yazın sıcağında bile içerisi eksi derecede gibi soğuktu ve her yer hayvan pisliği ile doluydu korktuğumuz için pek ilerlememiştik. Bir ara tavandaki yarasalar uçuşunca korkudan pisliğe düşecektim.
Yalnız başka yerlerde vardı. Kalenin arka tarafında bir kaç dağ ilerisinde bir dağın tepesinde bulunan bir yer daha vardı. Bu yer sanki dağın içine gömülmüştü. Soğuk hava tünellerine benziyordu ama daha da büyüktü. dayımlar orada mangal ile uğraşırken, bir kaç Kuzen içeri girmek istemiştik fakat içerisi uzay kadar karanlıktı, içeriye feneri tutsak bile sanki ışığı emiyor gibiydi. Bunu büyüklerimize anlatsak bile onlar mangal yapmakla meşguldü.
Yarın liseden arkadaşım Kerem ile buluşacaktım. O da benim gibi maceraperest bir kişiydi. O yüzden onunla çok samimi bir arkadaşlığımız vardı. Beynim oraya tekrar gitmek için emirler yağdırıyordu. Artık dayanılmaz sahaya gelince yarın oraya gitmeye karar verdim.
Cumartesi Kerem’i evinin önünden aldım. Birlikte birkaç tur attıktan sonra onu, o yere gitmek için ikna etmeyi başarmıştım. Zaten ikna edeceğimi bildiğim için evden bir çanta malzeme almıştım (Çakmak, bez parçaları, kalın bir dal ve biraz benzin ile meş’ale yapmayı planlıyordum).
Kalenin arkasındaki dağa ulaşmıştık. Arabada giderken yol daha kısa ve yorucu değildi. Biraz oturduktan sonra yolumuza devam ettik. İki saattir yürüyorduk ve yanımıza hiç su almamıştık. Kerem bana her defada kızıyordu. Haklıydı, neyse ki geldik sayılırdık. Dağın tepesinde o yeri görüyordum.
Eskiden insanlar oraya giden merdivenler yapmışlardı. Cidden çıkarken kendilerine çok dua ettim. Ve artık o yerin önünde bulunuyorduk. Kerem yere yığılmış vaziyette dinlenirken, ben meş’ale hazırlıyordum. Üzerine benzini dökünce girmeye hazırlık. Kerem’i zar zor güçlükle kaldırdım ve korkak adımlarla içeriye girmeye başladık.
İçeride sanki ateş emiliyordu. O kadar harlı yanmasına rağmen önümüzü zor görüyorduk. Ama yavaş yavaş ateşin etkisi artıyordu. İlerledikçe ışık tavanı ve duvarları aydınlatmaya başladı. Cidden burası sınırları çok büyük bir yerdi. Sanki sonsuzluğa uzuyordu.Yol gittikçe ilerliyordu az ilerde kapısız bir odaya rastlamıştık, ateşi içeriye hafifçe uzattım. Ateşi uzattığım anda karanlığın içinde iki tane kırmızı göz gördüm. Uzun dişleriyle hırlamaya başladı. Kurt mu diye düşünecek olduğum anda üzerime atıldı. Kapının gerisini koşunca yanındaki duvara çarptı. Kereme koş diye haykırdığım anda yerde korkunç bir gürültü duyduk. Bastığımız zemin un gibi ufalanıp bizi bir alt zemine düşürdü.
Kendime geldiğimde Kerem yanımda baygın yatıyordu. Onu sertçe dürttükten sonra kendine gelmişti o kadar yüksekten düşmemize rağmen hayattaydık. Yukarıda o varlıklar bir anda çoğalmış bizi izliyorlardı. Bunlar kurt değildi. Çakmağımın ışığını bu varlıklara tuttuğumda ; kırmızı tüyleri ve uzun boynuzları vardı. Olgun bir aslan kadar iri cüsseliydiler. Kırmızı gözleri ile bizi izliyorlardı.
Meşalemi kaybettiğim için çakmağımı yakmıştım. Kerem artık piskolojik travmalara giriyordu. Öleceğimizi düşünüyordu. Onu yatıştırmak için elimden geleni yapıyordum. Gözüm bir anda ilerideki ufak ışıklara ilişti. Yanına ulaştığımda sanki birileri ışık ile resimler çizmişti; bir kitap, üç gezegen, insan ve acayip şekilli varlıklar vardı. Yanındaki resimde ise ateşin bir kuyuya atılması çizilmişti. Etrafa bakındığımda az ileride bir kuyu görüyordum. Çakmağın ateşi kısa mesafeli olduğu için karar vermek zordu. Yavaş adımlarla kuyuya yaklaştım. Kuyu içinde çok açık mavi bir sıvı ile doluydu. Kararsızdım. Çarem kalmadığı için tişörtüm den bir parça yırttım. Ateşe vererek kuyuya attım.
Kuyuya attığım ateş sıvıya değer değmez duvar diblerinden ve kuyudan beyaz ateşler fışkıramaya başlamıştı. Ömrümde belki bir daha tanık olamayacağım bir olaydı bu.
Ateş yolumuzu aydınlatmıştı. Kerem gibi bende yaralanmıştım ama yinede Kerem den daha iyidim. Bir elini boynuma doladım, belinden tutup yürümesine yardım ediyordum. Yavaş adımlarla sanki sonumuza yaklaşıyorduk.
Sonunda dar koridordan çıkıp geniş bir salona çıkmıştık. Cidden geniş bir salondu, sonunu göremiyordum. Ateş, betondan yapılmış bir rafa kadar ilerliyordu.
Kitap kutsanmış gibi yanından beyaz ateşler yükseliyordu. Kerem’i yere indirdim. Oraya tek gitmeliydim. Yüzüm kollarım yara içindeydi. Ama artık acı hissetmiyordum. Kitabın siyah çizgileri beni içine çekiyordu. Elimi korkarak kitaba uzattım. Elimin değmesiyle elimde bir yanma hissettim. Elim kanıyordu. Kan akmış kitapta elimin izi çıkmıştı.
Kitap sanki biri itelemiş gibi yere düştü. Sararmış yapraklarında beyaz ışıklarla yazılar yazılmıştı. O resimler gibiydi.
Yazıların ışığı gid gide büyümüştü. Artık ışıklardan yeni bir varlık doğuyordu.
Bu varlık iki buçuk metreden uzundu. Bembeyaz bir teni vardı. Sanki ışıktan yaratılmıştı. Gözlerine baktığımda uzay boşluğuna bakıyormuş gibi hissediyordum. Yıldızlar kayıyordu sanki.
Elini bana doğru uzattı. Bütün farklılıklara rağmen insana benzer yanları vardı. Ben bunları düşünürken parmakları sanki lastik gibi uzamaya başladı. Ben bunun dehşetiyle kaçmak için arkamı döndüm. Fakat beni bir böcek gibi kollarımdan yakalamıştı.
Parmak uçları şimdi burnumdan girmeye başladı. Ben çırpınırken bir yandan da çığlıklar atıyordum. Burnumdan beynime doğru gittiğini hissediyordum.
Artık haraket yoktu. Sadece beynimde sesler duymaya başladım. Bu benim sesimdi. Yaratık sanki benimle konuşuyordu. Artık kelimeler anlaşılıyordu. Beynimin içinde yankılanan ses bana “Üç lekeli sonunda geldin bizde seni bekliyorduk. Milyarlarca yıl önce süren hakimiyetimiz artık yok. Yıllar önce sizin bildiğiniz dünya çok daha farklıydı. Farklı iklimler, farklı canlılar, farklı yaşam kaynaklarıyla doluydu. Bizler dünyadaki en gelişmiş canlılarıydık. Teknolojimiz ölümü bile yok ediyordu. Lakin gökten gelenler bütün doğamızı yok ettiler. Çoğumuz yok olduk, yaşam kaynaklarımız yok oldu. Gezegen üzerindeki çoğu canlı yok oldu. Bizden sağ kalanlar bu dağa sığındık.
Beynimdeki sesler susunca arkasındaki milyonlarca cam fanus görünce hayretler içinde donup kalmıştım. Sonra sözlerine devam etti. “Bizi yok eden ırk bazılarımızı alıp kendi gezegenlerine götürdüler. DNA’larımızla oynadılar. Başka canlılar ile birleştirdiler. Ve son olarak insan denilen yaratıklar ortaya çıktı. Ama bazı DNA’lara gizlediğimiz şifreler ile bir gün kurtulacağımızı biliyorduk.
Dünya dediğiniz gezegen milyarlarca yıl içinde evrimlere, mutasyonlara, adaptasyonlara uğradı. Sizin için uygun bir ortam oluşunca sizi tekrar bu gezegene bıraktılar.”
Artık son sözlerini söylüyordu. “oğlum, sen saf kansın, sen bizim kanımızdansın. Senin kanın bizim kurtuluşumuz, bizim kurtuluşumuz insanlığın sonu olacak…”
Bir anda beni saran parmaklar beynimden çıkıp kollarıma ve sırtıma saplanmıştı. Kendi kanımı parmaklarından geçerken görebiliyordum. Vücudum soğumaya başlamıştı. Gözlerim kapanırken tekrar tekrar o kelimeyi duyuyordum. “Kurtuluş, kurtuluş, kurtuluş…”
Dersin yorgunluğundan olsa gerek, eve gidince ilk işim yatağıma uzanmak oldu. Uykum yoktu ama yine de dinlenmeye ihtiyaç duydum. Dinlenirken düşünüp hayal kurmak vazgeçilmezimdi. Kendi kendime güzel hayallere yelken açıyordum, adeta hayallerin güzelliğine kapılıyordum. O an gözüm koluma gidince kolumdaki üç tane doğum lekesi beni başka düşüncelere sürüklemişti.
Herkes için anlamsız gibi gözüken, sanki büyükten küçüğe doğru sıralanmış lekelerin benim için önemli bir yeri vardı. Ya da ben öyle hissediyordum. Yavaştan uykum gelmeye başlamıştı şu an Kars Kalesi aklıma girmişti . Sadece görüldüğü gibi bir kale değildi. Kaleyi gezerken Kalenin alt yolunda tünellere rastlamıştık. Dayım bunların soğuk hava depoları olduğunu söylemişti. Kocaman yuvarlak bir kapısı vardı. İnsanlar kapısını açmayı başarmıştı. İçeriye adım attığımda yazın sıcağında bile içerisi eksi derecede gibi soğuktu ve her yer hayvan pisliği ile doluydu korktuğumuz için pek ilerlememiştik. Bir ara tavandaki yarasalar uçuşunca korkudan pisliğe düşecektim.
Yalnız başka yerlerde vardı. Kalenin arka tarafında bir kaç dağ ilerisinde bir dağın tepesinde bulunan bir yer daha vardı. Bu yer sanki dağın içine gömülmüştü. Soğuk hava tünellerine benziyordu ama daha da büyüktü. dayımlar orada mangal ile uğraşırken, bir kaç Kuzen içeri girmek istemiştik fakat içerisi uzay kadar karanlıktı, içeriye feneri tutsak bile sanki ışığı emiyor gibiydi. Bunu büyüklerimize anlatsak bile onlar mangal yapmakla meşguldü.
Yarın liseden arkadaşım Kerem ile buluşacaktım. O da benim gibi maceraperest bir kişiydi. O yüzden onunla çok samimi bir arkadaşlığımız vardı. Beynim oraya tekrar gitmek için emirler yağdırıyordu. Artık dayanılmaz sahaya gelince yarın oraya gitmeye karar verdim.
Cumartesi Kerem’i evinin önünden aldım. Birlikte birkaç tur attıktan sonra onu, o yere gitmek için ikna etmeyi başarmıştım. Zaten ikna edeceğimi bildiğim için evden bir çanta malzeme almıştım (Çakmak, bez parçaları, kalın bir dal ve biraz benzin ile meş’ale yapmayı planlıyordum).
Kalenin arkasındaki dağa ulaşmıştık. Arabada giderken yol daha kısa ve yorucu değildi. Biraz oturduktan sonra yolumuza devam ettik. İki saattir yürüyorduk ve yanımıza hiç su almamıştık. Kerem bana her defada kızıyordu. Haklıydı, neyse ki geldik sayılırdık. Dağın tepesinde o yeri görüyordum.
Eskiden insanlar oraya giden merdivenler yapmışlardı. Cidden çıkarken kendilerine çok dua ettim. Ve artık o yerin önünde bulunuyorduk. Kerem yere yığılmış vaziyette dinlenirken, ben meş’ale hazırlıyordum. Üzerine benzini dökünce girmeye hazırlık. Kerem’i zar zor güçlükle kaldırdım ve korkak adımlarla içeriye girmeye başladık.
İçeride sanki ateş emiliyordu. O kadar harlı yanmasına rağmen önümüzü zor görüyorduk. Ama yavaş yavaş ateşin etkisi artıyordu. İlerledikçe ışık tavanı ve duvarları aydınlatmaya başladı. Cidden burası sınırları çok büyük bir yerdi. Sanki sonsuzluğa uzuyordu.Yol gittikçe ilerliyordu az ilerde kapısız bir odaya rastlamıştık, ateşi içeriye hafifçe uzattım. Ateşi uzattığım anda karanlığın içinde iki tane kırmızı göz gördüm. Uzun dişleriyle hırlamaya başladı. Kurt mu diye düşünecek olduğum anda üzerime atıldı. Kapının gerisini koşunca yanındaki duvara çarptı. Kereme koş diye haykırdığım anda yerde korkunç bir gürültü duyduk. Bastığımız zemin un gibi ufalanıp bizi bir alt zemine düşürdü.
Kendime geldiğimde Kerem yanımda baygın yatıyordu. Onu sertçe dürttükten sonra kendine gelmişti o kadar yüksekten düşmemize rağmen hayattaydık. Yukarıda o varlıklar bir anda çoğalmış bizi izliyorlardı. Bunlar kurt değildi. Çakmağımın ışığını bu varlıklara tuttuğumda ; kırmızı tüyleri ve uzun boynuzları vardı. Olgun bir aslan kadar iri cüsseliydiler. Kırmızı gözleri ile bizi izliyorlardı.
Meşalemi kaybettiğim için çakmağımı yakmıştım. Kerem artık piskolojik travmalara giriyordu. Öleceğimizi düşünüyordu. Onu yatıştırmak için elimden geleni yapıyordum. Gözüm bir anda ilerideki ufak ışıklara ilişti. Yanına ulaştığımda sanki birileri ışık ile resimler çizmişti; bir kitap, üç gezegen, insan ve acayip şekilli varlıklar vardı. Yanındaki resimde ise ateşin bir kuyuya atılması çizilmişti. Etrafa bakındığımda az ileride bir kuyu görüyordum. Çakmağın ateşi kısa mesafeli olduğu için karar vermek zordu. Yavaş adımlarla kuyuya yaklaştım. Kuyu içinde çok açık mavi bir sıvı ile doluydu. Kararsızdım. Çarem kalmadığı için tişörtüm den bir parça yırttım. Ateşe vererek kuyuya attım.
Kuyuya attığım ateş sıvıya değer değmez duvar diblerinden ve kuyudan beyaz ateşler fışkıramaya başlamıştı. Ömrümde belki bir daha tanık olamayacağım bir olaydı bu.
Ateş yolumuzu aydınlatmıştı. Kerem gibi bende yaralanmıştım ama yinede Kerem den daha iyidim. Bir elini boynuma doladım, belinden tutup yürümesine yardım ediyordum. Yavaş adımlarla sanki sonumuza yaklaşıyorduk.
Sonunda dar koridordan çıkıp geniş bir salona çıkmıştık. Cidden geniş bir salondu, sonunu göremiyordum. Ateş, betondan yapılmış bir rafa kadar ilerliyordu.
Kitap kutsanmış gibi yanından beyaz ateşler yükseliyordu. Kerem’i yere indirdim. Oraya tek gitmeliydim. Yüzüm kollarım yara içindeydi. Ama artık acı hissetmiyordum. Kitabın siyah çizgileri beni içine çekiyordu. Elimi korkarak kitaba uzattım. Elimin değmesiyle elimde bir yanma hissettim. Elim kanıyordu. Kan akmış kitapta elimin izi çıkmıştı.
Kitap sanki biri itelemiş gibi yere düştü. Sararmış yapraklarında beyaz ışıklarla yazılar yazılmıştı. O resimler gibiydi.
Yazıların ışığı gid gide büyümüştü. Artık ışıklardan yeni bir varlık doğuyordu.
Bu varlık iki buçuk metreden uzundu. Bembeyaz bir teni vardı. Sanki ışıktan yaratılmıştı. Gözlerine baktığımda uzay boşluğuna bakıyormuş gibi hissediyordum. Yıldızlar kayıyordu sanki.
Elini bana doğru uzattı. Bütün farklılıklara rağmen insana benzer yanları vardı. Ben bunları düşünürken parmakları sanki lastik gibi uzamaya başladı. Ben bunun dehşetiyle kaçmak için arkamı döndüm. Fakat beni bir böcek gibi kollarımdan yakalamıştı.
Parmak uçları şimdi burnumdan girmeye başladı. Ben çırpınırken bir yandan da çığlıklar atıyordum. Burnumdan beynime doğru gittiğini hissediyordum.
Artık haraket yoktu. Sadece beynimde sesler duymaya başladım. Bu benim sesimdi. Yaratık sanki benimle konuşuyordu. Artık kelimeler anlaşılıyordu. Beynimin içinde yankılanan ses bana “Üç lekeli sonunda geldin bizde seni bekliyorduk. Milyarlarca yıl önce süren hakimiyetimiz artık yok. Yıllar önce sizin bildiğiniz dünya çok daha farklıydı. Farklı iklimler, farklı canlılar, farklı yaşam kaynaklarıyla doluydu. Bizler dünyadaki en gelişmiş canlılarıydık. Teknolojimiz ölümü bile yok ediyordu. Lakin gökten gelenler bütün doğamızı yok ettiler. Çoğumuz yok olduk, yaşam kaynaklarımız yok oldu. Gezegen üzerindeki çoğu canlı yok oldu. Bizden sağ kalanlar bu dağa sığındık.
Beynimdeki sesler susunca arkasındaki milyonlarca cam fanus görünce hayretler içinde donup kalmıştım. Sonra sözlerine devam etti. “Bizi yok eden ırk bazılarımızı alıp kendi gezegenlerine götürdüler. DNA’larımızla oynadılar. Başka canlılar ile birleştirdiler. Ve son olarak insan denilen yaratıklar ortaya çıktı. Ama bazı DNA’lara gizlediğimiz şifreler ile bir gün kurtulacağımızı biliyorduk.
Dünya dediğiniz gezegen milyarlarca yıl içinde evrimlere, mutasyonlara, adaptasyonlara uğradı. Sizin için uygun bir ortam oluşunca sizi tekrar bu gezegene bıraktılar.”
Artık son sözlerini söylüyordu. “oğlum, sen saf kansın, sen bizim kanımızdansın. Senin kanın bizim kurtuluşumuz, bizim kurtuluşumuz insanlığın sonu olacak…”
Bir anda beni saran parmaklar beynimden çıkıp kollarıma ve sırtıma saplanmıştı. Kendi kanımı parmaklarından geçerken görebiliyordum. Vücudum soğumaya başlamıştı. Gözlerim kapanırken tekrar tekrar o kelimeyi duyuyordum. “Kurtuluş, kurtuluş, kurtuluş…”